Ağlıyordu o mis kokulu toprak. Üzerinde bin bir çeşit nimetin yeşerdiği, rüzgarla oynaştığı o huzurlu günler neredeydi? Oynayan çocukların neşeli seslerini bıçak gibi kesen, o tazecik fidanları ezen bu merhametsiz çizmeler kimlere aitti? Bereketli bedenini parçalayan o bombaları kimler atıyordu? Feryat-ı figanını duyan yok muydu?
Toprak içli içli ağlarken, sakin bir mırıltı duydu yanı başında… Sanki birisi sarılıyordu kanlı bedenine. Kimdi bu? “Korkma”, dedi o ses. “Benim, ben. Mehmet. O Mehmet… Bedir’deki, Gelibolu’daki, Sakarya’daki Mehmet… Bak, yine koştum sana. Gözyaşlarını silmek, yaralarını sarmak için. Yolunda ölmek için koştum sana… Haydi, sil gözyaşlarını artık.”
Aşık ile maşuk vuslata ererken, toprak onu sevgiyle bağrına basıyor, Mehmetçik de bütün bedeni ile örtüyordu toprağı. Biliyordu ki aşk, “benim” diyebilmek, yar yoluna baş koyabilmektir. Korumadığı, sarmalamadığı, siper olamadığı sevgiliye “yar” diyebilir miydi hiç?
Ey, Şehr-i İstanbul. Ey, kainatın en güzel diyarı… Sen değil misin dünyayı cazibedarına sürükleyen… Sen değil misin uğruna nice kanlar dökülen… Ne var ki; sen, Sultanahmed-i Ayasofya’ya sevdalısın ezelinden. Süleymaniye’yi şahit tutmuşsun bu sonsuz aşkına, Mihrimah’ın sırrına ererken. Bak, uykusuz gecelere mahkum ettiğin Fatih selam veriyor, sen şiirlerini okurken…